23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı - Sanal Tur

Aras Yayınevi

Agos nasıl bir ihtiyaçtan kuruldu?

Sizinle hemfikir olmayan birinin ifade özgürlüğünü savunur muydunuz? Neden?

Alnıma sürülen leke: Irkçılık

Yaşananlara Ermeni soykırımı demek Türklüğü aşağılamak mıdır?

'Ceza korkusuyla susmam, konuşmaya, yazmaya devam'*

'Ceza korkusuyla susmam, konuşmaya, yazmaya devam'*“Ceza korkusuyla susmam, konuşmaya, yazmaya devam”* Daren Butler / Osman Şenkul, 2006, Reuters   “Türklüğe hakaret” savıyla verilen ancak ertelenen altı ay hapis cezası Yargıtay tarafından da onaylanan, Ermenice ve Türkçe yayımlanan Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, susmayacağını ve hakkını aramaya devam edeceğini söyledi. Yargıtay Ceza Kurulu’nun, önceki gün aldığı kararla Dink’in TCK’nın 301. maddeden aldığı cezasını onaylamasının ardından, AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, “Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtlayan bu karar beni hayal kırıklığına uğrattı” dedi. Rehn Reuters’a yaptığı açıklamada ayrıca, Yargıtay’ın bu davadaki 301. madde yorumunun benzer davalar için örnek teşkil edecek olmasının kaygı verici olduğuna da işaret ederek, “Türk yetkilileri, 301. maddeyi ifade özgürlüğünü garanti altına alacak şekilde değiştirmeye çağırıyorum” dedi. Reuters’ın sorularını yanıtlayan Dink, ceza ertelemesinin insanları ‘oto-sansür’e zorlama amacını taşıdığını vurgulayarak, “Ama bunun hiç bir zaman yararı olacağını düşünmüyorum” dedi ve ekledi: “Özellikle bizim gibi demokrasi mücadelesi veren insanlar için... Söyleyeceğimiz sözü asla esirgemeyiz. Bundan önce nasıl kendi hassasiyeti içinde sözümüzü söyleyip, yazılarımızı yazdıysak, bundan sonra da öyle olacaktır; ‘aman ceza alacağım’ korkusuyla hareket etmem.”   Ülkeden gitmem “İster istemez AİHM’e gideceğim; çünkü bu ülkede yaşamak istiyorum. Ama bu ülkeden dışarıya gitmem. Gidersem, bu ülkede demokrasi mücadelesi veren insanları yalnız bırakmış hissederim; bu onlara ihanet olur, bunu asla yapmam.” Dink, olası beraat kararının, 301. maddeyi savunan Türkiye hükümetini eline, 301. maddenin kaldırılmasını isteyenlere karşı koz vermiş olacağına dikkat çekti. “Ben kurtulacaktım, ama Türkiye demokrasisi zarar görecek, 301 süreklilik kazanacak, başkaları da aynı maddeden çok daha ağır şekilde yargılanacaktı” diyen Dink, mahkûm olarak kendisinin zarar görmesine karşılık, Türkiye demokrasisinin kazanacağını umduğunu söyledi: “Hükümetin de bu maddeyle demokrasinin yürüyemeyeceğini görüp kaldırması lazım... Zaten birileri bedel ödemeden demokrasi sağlanamıyor.”   AB de geç kaldı Rehn’in kendi davasını görüp, hükümete 301. maddeyi kaldırması yolunda çağrı yapmasını da olumlu bulduğunu vurgulayan Dink’e göre, AB de bu konuda geç kalmış olanlardan: “Biz, Türkiye’nin iç dinamikleri olarak, TCK tartışılırken, ‘aman bunun çıkmasına engel olun’ diye bağırıyorduk. Ama o zaman AB ve Türk hükümeti aralarında bir zina maddesi tartışmasına kilitlendiler ve 301. madde aradan çıktı.” “Ama bugün uygulamalar bizim haklı olduğumuzu gösterdi. AB de bu gerçeği gördü ama ne yazık ki geç gördü; Benim için asıl olan AB’nin değil, hükümetin görmesidir. Hükümet, ‘bekleyin bakalım uygulamayı görelim’ diyordu, işte gördüler...” Türkiye’de birçok aydının, 301. madde ile yargılanması, özellikle Türkiye’nin Kopenhag siyasi ölçütlerine özen göstermesini isteyen AB tarafından eleştirildikçe, Türkiye hükümetinin yetkilileri de “İçtihat oluşmadı; uygulamayı görmek gerekir” diye savunma yapıyordu.   Mecburi ifade özgürlüğü Türkiye’de Ermeni sorunu konusunda son birkaç yıl içinde “mecburi bir ifade özgürlüğü” yaşanmakta olduğunu vurgulayan Dink, bunu da Türkiye’nin resmi olarak dünya Ermenilerine yaptığı, ortak çalışma ve araştırma çağrısına bağladı. Bu nedenle, Ermeni söylemleri konusundaki kimseye dava açılamadığına dikkat çeken Dink, “Ama, bu kez de yan bahaneler bularak; ‘Türklüğü aşağıladı, devleti aşağıladı’ diye davalar açıyorlar. Yani yine bu resmi söyleme karşı aykırı davrananları takıyye usulleriyle cezalandırmaya başladılar” dedi ve şöyle konuştu: “Bu, bana haddimi bildirme operasyonudur... Aslında bana verilmiş olan bu ceza, açılmış olan bir davanın cezası değildir; açılamamış olan davaların cezasıdır diye düşünüyorum.”   Soykırımdan kuşkum yok Malatya doğumlu Dink, 1915 yılında Anadolu toprakları üzerinde bir “Ermeni soykırımı” yapıldığı konusunda “kuşkusu olmadığını” söylüyor ve ekliyor: “Elbette ‘bu bir soykırımdır’ diyorum; çünkü sonuç kendini zaten tanımlıyor ve adını koyuyor. 4,000 yıldır bu topraklarda yaşayan bir halkın bu olaylarla birlikte artık orada yok olduğunu görüyorsunuz. Bu zaten kendini anlatıyor. Siz isterseniz bu halkı altın uçaklarla alın bir yerden bir yere götürün; başlarına hiçbir şey gelmeden götürün...” “Her halkın, kendi atalarının yaşadığı topraklarda, kendi kültürünün köklerinin bilindiği yerde yaşama hakkı vardır. Başka yerde yaşaması da mümkün değildir. Ben bunu böyle kabul eden biriyim. Ama bir Ermeni olarak da, ne Türkiye’den, ne de Türklerden ‘bunu kabul edin, özür dileyin’ diye beklentileri olan bir insan da değilim.”   * Reuters tarafından 14 Temmuz 2006’da Türkçe olarak yayımlanan röportajın tam metnidir. (© 2006 Reuters Limited)

'Niçin hedef seçildim?'

Niçin hedef seçildim Hrant Dink, 12 Ocak 2007, Agos   Başlarken bir not: Hiç işlemediğim 'Türklüğü aşağılamak' suçundan altı aya mahkûm oldum. Şimdi artık son çare olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidiyorum. 17 Ocak tarihine kadar avukatlarım başvuruyu gerçekleştirecekler ve benden de başvuruya eklemek için olayların gelişimini anlatan bir yazı istediler. Ben de dosyaya konacak bu yazıyı kamuoyuyla paylaşmayı uygun gördüm. Çünkü benim için AİHM'in kararı kadar ve hatta ondan daha fazla Türkiye toplumunun vicdani kararı önemli. Birkaç hafta sürecek bu yazı dizisindeki bazı bilgileri ve ruh halimi muhtemelen AİHM'e başvurmak mecburiyetinde kalmasaydım ilelebet kendime de saklayabilirdim. Ama madem ki iş bu noktaya kadar geldi olan biten her şeyi paylaşmak galiba en iyisi... Sadece benim değil, sadece Ermenilerin de değil... Tüm kamuoyunun merak ettiği ve sormaktan kendini alamadığı soru şu: Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301'den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkûmiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink niye altı aya mahkûm oldu?   Hafif atlatılanlar... Bu aslında yanlış bir tespit ya da gereksiz bir soru değil. Anımsanırsa eğer Orhan Pamuk için dava celsesi başlamadan daha, "Ne yapılabilir de dava düşürülebilir?" diye az takla atılmadı. Kimine göre Adalet Bakanlığı'nın yargılama için izin vermesi gerekiyordu, dolayısıyla oraya sormak gerekirdi. Nitekim öyle de yapıldı. Topun kendisine atıldığını gören Adalet Bakanı ise sıkışmışlığın arasında bir yandan Pamuk'a ateş püskürdü, bir yandan da ortaya çıkıp "Ben böyle bir şey demedim" demesi için çağrılarda bulundu. Sonuçta 'Pamuk davası'nın ilk celsesi gerçekleşti ve bu ilk duruşma esnasında yaşanan vandalist saldırılarla Türkiye dünyaya rezil olunca, davanın ikinci celsesi aynı şekilde yaşanmasın diye de ikinci celsenin yapılmasına bile gerek kalmadan dava düşürüldü ve Pamuk'un 301 macerası teknik bir çözümle sona erdirilmiş oldu. Benzer sürecin daha hafifi ise Elif Şafak davasında yaşandı. Öncesinde hayli patırtısı koparılan dava daha ilk celsesinde, Şafak'ın mahkemeye görünmesine bile gerek kalmadan, sona erdirildi. Bu teknik çözümlerden herkes memnundu. Başbakan Tayyip Erdoğan dahi Şafak'a telefon açıp geçmiş olsun dileğinde bulundu. Benzer 'hafif atlatmaları' Ermeni Konferansı'nın sonrasında yazdıkları nedeniyle haklarında 'Türklüğü aşağılamak' suçlamasıyla dava açılan gazeteci ve akademisyen arkadaşlar da yaşadılar.   Cevaplanamayan... Bu davaların bu şekilde hafif atlatılmış olmasını kıskandığım sanılmasın. Aksine bu davaların ya da soruşturmaların açılmış olması dahi mağdurları açısından çok ağır bir bedeldir ve tüm bu davalardan yargılanan arkadaşların yaşamış oldukları haksızlığın ne gibi bir ağırlık taşıdığını en iyi bilenlerdenim ve paylaşanlardanım. Benim derdim onların davalarında gösterilen kaygı ve telaşın, Hrant Dink davasında niçin gösterilmediğini sorgulamak ve cevaplamak. Nitekim gördük ki, bu hafif atlatmalar hükümete bir tür opsiyon verdi ve 301'in kaldırılmasını isteyen Avrupa Birliği'nin baskısı karşısında, 'sonuçları güzel' bu uygulamalar örnek olarak gösterilebildi ancak hükümetin 301'e ilişkin elinin kolunun bağlı kaldığı ve Avrupa Birliği yetkililerine herhangi bir cevap yetiştiremediği tek örnek ise Hrant Dink'in mahkûmiyet almış olması oldu. Konu o davaya geldiğinde diller kilitlendi. Sahi, 'Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301'den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkûmiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink, üstelik de hiç suç işlemediği bir yazısında, niçin altı aya mahkûm oldu?   Ermeni olmamın rolü Evet, bu cevaba hepimizin ihtiyacı var! Özellikle de benim. Sonuçta bu ülkenin bir yurttaşıyım ve ısrarla herkesle eşit olmak istiyorum. Ermeni olduğum için kuşkusuz bundan önce birçok olumsuz ayrımcılıklar yaşadım. Söz gelimi 1986 yılında Denizli 12. Piyade Alayı'na kısa dönem askerlik (sekiz ay) için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Üstelik bir tür rahatlık dahi sağlamıştı. Nöbet ya da daha zorlu görevler de verilmeyecekti. Amma ve lakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum. Alay komutanımın odasına çağırıp, "Üzülme, bir sorunun olursa gel bana" deyişi hâlâ belleğimde bir yara. 301'den yargılanış, aklanış ya da mahkûm oluş bir rütbe takdimi değil hiç kuşkusuz. Dolayısıyla "Onlara verilmediğine göre bana da verilmemeliydi", hele hele de "Bana verdiklerine göre onlara da verilmeliydi" arayışında asla olamam. Ama ayrımcılığa uğramanın tecrübeleriyle pişmiş biri olarak ussal refleksimin şu soruyu sormaktan da hiç geri durmadığını itiraf etmeliyim: Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?   Bildiklerim ve sezdiklerim Bu soruya karşılık, bildiklerimi ve sezdiklerimi yan yana getirdiğimde verebileceğim bir cevap var elbet. Özeti de şu: Birileri karar verdi ve "Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı... Ona haddini bildirmek gerek" diyerek harekete geçti. Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. Abarttığım öne sürülebilir. Ne var ki benim ruhsal algılamam bu... Elimdeki veriler ve yaşadıklarım bana bu iddiam dışında bir seçenek bırakmıyor. İyisi mi şimdi bana düşen tüm yaşadıklarımı ve sezgilerimi sizlere aktarmak. Sonrası sizin bileceğiniz.   Haddimin bildirilmesi Öncelikle Hrant Dink'in 'çok olmasına' biraz açıklık getireyim. Dink zaten epeyi bir süredir dikkatlerini çekiyor, canlarını sıkıyordu. 1996 yılıyla birlikte, Agos'u çıkardığından beri Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirirken, haklarını talep ederken ya da tarihin konuşulmasına ilişkin Türk resmî tezinin hoşuna gitmeyen kendi duruşunu sergilerken, arada bir çizmeyi aştığı olmuyor değildi ancak asıl bardağı taşıran damla 6 Şubat 2004 tarihinde Agos'ta yayımlanan 'Sabiha Gökçen' haberi oldu. Dink imzasıyla ve 'Sabiha-Hatun'un sırrı' başlığıyla verilen haberde Gökçen'in Ermenistanlı akrabaları konuşuyor ve Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu iddia ediyorlardı. Bu haber, Türkiye'nin en çok satan gazetesi Hürriyet'te 21 Şubat 2004 tarihinde Agos'tan alıntılanarak manşetten verilince olanlar oldu ve Türkiye'de yer yerinden oynadı. 15 günü aşkın bir süre tüm köşe yazarları habere ilişkin olumlu, olumsuz yorumlarda bulundular, değişik kesimlerden değişik beyanatlar verildi. Tüm bunların içinde en önemlisi ise Genelkurmay Başkanlığı'nın yaptığı yazılı açıklama oldu. Genelkurmay bu haberi yapanlara karşı "Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, millî bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür" açıklamasıyla tepki koyuyordu. Onlara göre bu haberi yapanlar art niyetliydi, Türk kadınının miti ve sembolü haline dönüştürülmüş bir kişinin Türklüğünü birden bire onun üstünden çekerek o kimlikte deprem yaratmaya çalışıyorlardı. Kimdi bu densizler, kimdi bu Hrant Dink? Ona haddi bildirilmeliydi!   Resmî sohbete davet Genelkurmay bildirisi 22 Şubat Pazar günü yayınlandı. Evimde, televizyon haberlerinden dinledim uzun bildiriyi. O gece çok rahat değildim. Ertesi gün muhakkak bir şeyler olacağını seziyordum. Nitekim tecrübelerim ve sezgilerim beni yanıltmadı. Ertesi gün sabahın erken saatinde çaldı telefonum. İstanbul vali yardımcılarından biri arıyordu. Sert bir tonla, habere ilişkin elimdeki belgelerle Valiliğe beklediğini bildirdi. "Bu çağrının hangi amaçla yapıldığını?" sorduğumda ise "Sohbet etmek ve elinizdeki belgeleri görmek" şeklinde yanıtladı. Tecrübeli gazeteci dostlarımı aradım, bu çağrının hangi anlama geldiğini sordum. "Bu tür sohbetlerin gelenekten olmadığı gibi bunun yasal bir prosedür de olmadığını ancak elimdeki belgelerle davete icabet etmemin doğru olacağını" telkin ettiler.   Dikkatli olmalıydım Tavsiyeye uydum ve elimdeki belgelerle birlikte vali yardımcısının yanına gittim. Hayli nazikti vali yardımcısı. İçeri buyur ettiğinde, odasında biri bayan iki kişi daha oturuyordu. Nazikçe "Onların kendisinin yakınları olduğunu, sohbetimizde hazır bulunmalarında bir mahzur görüp görmediğimi?" sordu. "Bir mahzur görmediğimi" söyleyip oturduğumda zaten ortamın nazikliğini kavramıştım. Hiç beklemeden girişi yaptı vali yardımcısı. "Hrant Bey" diyordu, "siz, tecrübeli bir gazetecisiniz. Daha dikkatli haber yapmanız gerekmez mi? Sonra böyle haberlere ne gerek var? Bakın ortalık nasıl allak bullak oldu. Hayır, biz sizi biliyoruz ama sokaktaki adam ne bilsin? Bu tür haberleri başka bir niyetle yapıyorsunuz sanabilir. Bakın şu elimdeki evrakı görüyor musunuz? Ermeni Patriği'nin bir başvurusu vardı, bazı internet sitelerinde Ermeni toplumunun bazı kurumlarına yönelik bazı densizler, terör sayılabilecek girişimlerde bulunmaya çalışıyorlarmış. İşte biz de onları aradık ve Bursa'da bulduk, sonunda adalete de teslim ettik. Ama bakın işte sokaklar ne gibi insanlarla dolu. Bu tür haberlere daha dikkat etmek gerekmez mi?" Vali yardımcısının bu girişle başladığı sohbete, odadaki misafirlerden erkek olan da katıldı ve ondan sonra da zaten sözü bir daha başkasına bırakmadı. Vali yardımcısının sözlerini daha da net bir üslupla bu kez o yineledi. Dikkatli olmamı, ülkeyi ve ortamı gerecek girişimlerden kaçınmamı telkin ediyordu: "Sizin yazdığınız bazı yazılardan, her ne kadar üslubunuza katılmasak da, niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz, ancak herkes bunu böyle anlamayabilir ve toplumun tepkisini üzerinize çekebilirsiniz" diyerek de beni kerelerce uyarıyordu. Ben ise haberi hangi niyetle yaptığımı anlatmakla yetindim. Birincisi ben gazeteciydim ve bu bir gazeteciyi heyecanlandıracak bir haberdi. İkincisi de, Ermeni sorununu hep ölenler üzerinden konuşmak yerine biraz da kalanlar ve yaşayanlar üzerinden konuşmayı denemek istiyordum. Ama görüyordum ki kalanlar üzerinden konuşmak daha zordu! Odadan ayrılacaktım ki götürdüğüm belgeleri görmek ya da almak için ısrar bile etmediklerini fark ettim. Belgeleri isteyip istemediklerini onlara ben anımsattım ve verdim. Zaten de konuşmaların içeriğinden, beni hangi amaçla oraya çağırdıkları belliydi. Haddimi bilmeliydim... Dikkatli olmalıydım... Yoksa iyi olmazdı!   Artık hedefteydim Hakikaten de sonrası iyi olmadı. Valiliğe çağrıldığımın ertesi gününden itibaren birçok gazetede birçok köşe yazarı Ermeni kimliği üzerine yazmış olduğum deneme serisinin içinde geçen "Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermenilerin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur" cümlesini cımbızlayarak, bununla Türk düşmanlığı yaptığımı ortak bir kampanyayla dile getirmeye başladılar. Bu yayınların ardından ise 26 Şubat günü İstanbul Ülkü Ocakları İl Başkanı Levent Temiz'in başını çektiği bir grup ülkücü, Agos'un kapısına gelerek aleyhime sloganlar attı ve tehditlerde bulundu. Polis gösterinin olacağını önceden haber almıştı. Agos içinde ve kapısında gereken önlemleri aldı. Tüm televizyon kanalları ve gazete muhabirleri de haberdar edilmişlerdi, hepsi Agos'un önündeydi. Grubun kullandığı sloganlar çok netti: "Ya sev ya terk et", "Kahrolsun ASALA", "Bir gece ansızın gelebiliriz." Grubun lideri Levent Temiz'in yaptığı konuşmada hedef açık ve seçikti: "Hrant Dink, bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir." Grup gösterisini yapıp dağıldı. Ama ne hikmetse o gün ve ertesi gün herhangi bir televizyon kanalında (Kanal 7 hariç), herhangi bir gazetede (Özgür Gündem hariç) haber geçilmedi. Belli ki Ülkücü grubu Agos'un kapısına yönlendiren güç, basını ve medyayı da o olumsuz görüntü ve sloganların ardından blokaj altına -bir iki fireyle- almayı başarmıştı.   Tehlikenin eşiğinde Agos'un önünde benzer bir gösteri de birkaç gün sonra kendilerini 'Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu' olarak adlandıran grup tarafından yapıldı. Ardından da devreye o güne değin hiçbir popülaritesi olmayan Avukat Kemal Kerinçsiz ve onun başkanlığını yaptığı Büyük Hukukçular Birliği girdi. Kerinçsiz ve arkadaşları Şişli Cumhuriyet Savcılığı'na giderek, hakkımda suç duyurusunda bulundular. Bu başvuruyla birlikte, Türkiye'nin itibarını bütünüyle zedeleyen 301 davalarına da hız verilmiş oldu. Benimle ilgili ise yeni ve tehlikeli bir süreç başlıyordu. Gerçi ben hayatım boyunca hep tehlikelerin etrafında dolaşmıştım. Ya tehlikeler beni çok sevmişti, ya ben tehlikeleri... Ve işte yine uçurumun kıyısındaydım. Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.  

Tırttava

“1996 yılında Denizli 12. Piyade Alayı’na kısa dönem askerlik (8 Aylık) içi gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiryordu belki. Amma velakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sırasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum.”Bu oda bir paylaşma, dertleşme ve “tırtlatma” mekânı olarak tasarlandı. Sizindir…  

Hikâyenizi paylaşmak ister misiniz?

Tuvalet Korosu

"Tuvalet Korosu"

'Tuvalet korosu'Tuvalet korosu Hrant Dink, 3 Ocak 1997, Agos   İstanbul’un bazı ilçelerinde okullar arası bir yarışma düzenlenmiş ve çeşitli okulların yanısıra bizim azınlık okullarından öğrenciler de bu yarışmaya katılmışlar. Şişli ilçesinde, Beyoğlu ilçesinde ve sanıyorum Kadıköy ilçesinde bizim çocuklarımız yarışmalarda birinciliğin yanısıra bazı önemli başarılar elde etmişler. Yarışmanın konusu “İstiklal Marşını okuma”. İstiklal Marşını en iyi okuyanlar arasında bizim çocuklarımız ön sıraları kapmışlar. Olan biten sadece bir yarışma, ama bakın bu yarışma insan hafızasını nerelere götürüyor... *** 12 Eylül 1980’in hemen sonrası, insanlar toplanıyor evlerinden bir bir. Bulabildikleri sıkışıtırabildikleri yerlere götürüp tıkıyorlar. Tıkama merkezlerinden biri de İstanbul’un Samandıra’sı. Askeri kışlayı tutukevine dönüştürmüşler. Askeri tuvaletleri çevirmişler birer hücreye. Birer metrekareden daha küçük tuvaletler bunlar, yan yana dizili. Tuvaletin deliklerini kapatmışlar tahta mazgallarla, bulabildiklerini getirip tıkıyorlar oralara. Tam sekiz gün olmuş beni ve kardeşimi de alıp oraya götüreli. Arada bir sorguya çıkarıyorlar yukarıya. Payımıza düşeni bahşettikten sonra da götürüp gerisingeri tıkıyorlar yine hücrelerimize.  *** Hücrede kalanları psikolojik bir işkenceye tabi tutuyorlar gece gündüz. Uyutmamak için marş söyletiyor askerler, sürekli. Yarım saatte bir, her değişen nöbetçi aldığı emir doğrultusunca, kapıya yükleniyor “marş söyle lan” diye. En çok söylettikleri marş da İstiklâl Marşı. Düşünebiliyor musunuz, bu adamlar güya size memleket severliği bu şekliyle öğretecekler ve bunun için de İstiklâl Marşı’nı söyletiyorlar tuvalette. Söylemeyene yükleniyorlar, açıyorlar hücre kapısını, ver Allah ver. Bir iki kez dayağı yedikten sonra da artık kıdemleşiyorsunuz. Nöbeti değişen asker de artık size fazla yüklenemiyor. Yeni gelenlere yöneliyorlar ister istemez... *** Biraz önce yeni bir grup getirdiler. Hurra... Bir hücumdur başladı, bir tantanadır gidiyor. Hemen hepsi Ermenilerden müteşekkil bir grup. Yan hücrelere doldurdular. Askerler onların isimlerini çağırdıkça anlıyorum kim olduklarını. Çoğu, tanıdık isimler. Hücre komşumla yaptığım duvar konuşmalarından öğreniyorum niçin getirildiklerini. Pisi pisine bir sebep işte. Hiçbirinin de elle tutulur bir suçu yok. Kudüs’e okumak için bir öğrenci götürülüyormuş da, götüren din adamıyla götürülen çocukları havaalanında çevirmişler, “Durun bakalım siz bu çocuğu Kudüs’e niye götürüyorsunuz?” demişler. Ve onların gidişinde katkısı olan, burs veren, döviz temin eden, döviz bozduran, ilgili ilgisiz kimler varsa toplamış getirmişler işte. Üç beş gün kadar Samandıra’da kaldılar ve sonunda bir din adamı hariç hemen hepsini bıraktılar. Asıl anlatacağım olay bu değil. Hafızamı o günlere götüren olay, onlar geldikten sonra tuvalet korosunun o muhteşem konserleri. *** Asker sesi duymaya görsün bizimkilerden birkaçı (hadi isimleri bende kalsın şimdilik), hemen atılıyorlar askerden önce. “Komutanım marş söyleyelim mi?” Ve başlıyorlar avazları çıktığı kadar o marşları, tuvalette, müthiş bir iştahla, bangır bangır çığırmağa. Ne o tuvaletler o güne değin böyle bir koro görmüştür, ne de görecektir bilesiniz. Bunları o insanları küçültmek için söylemiyorum tabii. Asıl utanması gereken bize o tuvaletlerde İstiklâl Marşı öğretmeğe kalkışan zihniyetin kendisi. İşte bugün çocuklarımızın bu yarışmalarda göstermiş oldukları başarıdan da görsünler ki ne o gün ne de bugün ve ne de yarın, bizler bu ülkede kendilerine tuvaletlerde zorla İstiklâl Marşı öğretilecek unsurlar değiliz hiçbir zaman.

'Mahallenin delisi'

Mahallenin delisi  Hrant Dink, 27 Mart 1998, Agos    Bugün de öyle midir bilemiyorum ama, bir zamanlar Anadolu dendi mi, mahallesi delisiz bir yöre düşünülmezdi. Anadolu kültüründe her kasabanın, her köyün, neredeyse her mahallenin muhakkak bir delisi vardı. Tıpkı bizim Malatya’nın ‘Deli Gaffar’ı gibi. Eski tren yolu çevresine yayılmış, Çavuşoğlu ile Salköprü mahallelerinin ortak delisiydi o... Esnafın eğlencesi... Kadınların zararsız belalısı... Çocuklara gelince, şöyle söyleyeyim... iyinin dostu, kötünün de canavarıydı Gaffar... Taşlayanı taşlar, oynaşanla akranlaşırdı. *** Bugün orta ve eski kuşak Malatyalılara, “Nasıl bilirdiniz Gaffar’ı” diye sorduğunuzda, eminim hepsi de, aynı sevecen hasretle anımsar onu. En başta da Gaffar’ın o  ‘her bir şeyi ortada’ halini tabi. “Esnafın eğlencesiydi” demiştim ya, boşa etmedim o lafı. Bakın o zamanın çarşı esnafı, sanki marifetmiş gibi, nasıl ballandıra ballandıra anlatır Gaffar’ı: “Garibanı alır önce bir güzel giydirirdik. Giyinince kendine süzüle süzüle bir bakardı ki, deme gitsin. Boşuna giydirmezdik ama... Asıl derdimiz ona giysilerini yırttırmaktı. ‘Ulan Gaffar o geydiğin ölü malı’ dememizle başlardı üstünü başını yırtmaya... Ortada anadan doğma kalırdı öyle... Biz giydirir salardık komşuya, onlar yırttırırdı, komşu giydirir salardı üstümüze, biz yırttırırdık. Böyle, eğleşirdik işte. Ama Deli Gaffar bu... Laf anlar mı, adı üstünde... Deli işte... Çırılçıplak kaldı mı, kalmazdı öyle yerinde... Bu kez gider mahallede kıza, kadına gözükürdü. Kadınlar da taşlar, kovalarlardı, ‘de kına* denksiz’ diye.” *** “Şimdi bu Deli Gaffar hikâyesi de nereden çıktı?” diye soracaksınız. Agos iki yaşını tamamladı ya, ne bileyim Deli Gaffar’ı anımsadım işte. Kimilerine göre Agos da bu  cemaatin delisi değil mi yani? Doğrusu biz de zaten ‘mahallenin delisi’ sıfatını gönülden kabullenmişiz. Bunun gereklerini de elimizden geldiğince yerine getirmeye çalışıyoruz, iki yıl boyunca ‘akıllı deli’yi oynamaya çalışmadık mı? İyi kötü bir şeyler  başarmadık mı? *** Biliyorum şimdi yine soracaksınız, “Peki ama Deli Gaffar’ın üstünü başını yırtıp delirmesiyle Agos’un bağlantısı ne?” diye. Agos, ‘hareketsiz bir cemaatin hareketli gazetesi olma’ çabasını ne kadar başarabiliyor? Doğrusu biz kendi adımıza memnunuz. Ancak, bizzat bizi bu günlere getiren cemaatin kendisi, hareketsiz ve bir ölçüde de ölü ise, çeşitli konulardaki sorgulamalarımızı, ‘Aman ha, karıştırmayın, elleşmeyin!’ diye geçiştiriyorsa, kendi üzerindeki ölü giysisini bize de giydirmeye yelteniyorsa,  Gaffarlaşmazsınız da ne yaparsınız?  *** Bizler cemaat sistemimizi, eğitim yaşantısından, kurumlarımızın diğer tüm alanlarının mekanik ve dinamik yapılarına kadar, sorgulamaya ve düzeltilmesi için katkıda bulunmaya çalıştıkça, önümüze çekilen seti, bize sunulan ölü elbisesi olarak nitelendiriyoruz. Kimse giydirmeye teşebbüs etmesin... Yırtar parçalarız... Masum çıplaklığımızı da sonuna kadar koruruz. *** Agos’u bugünlere getiren, bizi baştan aşağı yaratan cemaatin, bu vurdumduymazlığı karşısında, çıldırmamak mümkün değil. Deliliğe ama akıllı deliliğe razıyız ve bunu da seve seve yapıyoruz zaten. Yeter ki bizi Gaffarlaştırmasınlar.   * Ermenice ‘defol git denksiz’ manasında  

Agos neden kuruldu?

Agos odasının duvarına siz ne çizmek isterdiniz?

Agos çizerleri

Ohannes Şaşkal, Sarkis Paçacı ve Kemal Gökhan 23 Nisan 2019 ön açılışında, canlı olarak Agos'un duvarlarına çizim yaptılar.

Bir gazete kursanız adını ne koyardınız? ‘Agos’ kelimesi, sabanın toprakta açtığı uzun yarık; suyun aktığı, tohumun filizlendiği ve bereketin fışkırdığı yer anlamına geliyor.

AGOS gazetesi websitesini buraya tıklayarak ziyaret edebilirsiniz

“Akrabamı arıyorum” köşesi.

'Müslümanlaştırılmış Ermeniler Konferansı' 2013 yılında yapılan 'Müslümanlaştırılmış Ermeniler Konferansı' konuşma serisini websitemizden izleyebilirsiniz.

2004’te Agos’ta Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in Ermeni kimliği haber yapıldığında sizce neden bu kadar büyük tepki gördü?

Benim üzerime gelinmesinin temel nedeni nedir?

Tarihi hayatta kalanlar üzerinden konuşabilir miyiz?

"Ermeni kimliği üzerine (7-8)"

'Ermeni kimliği üzerine (7-8)' Ermeni kimliği üzerine (7-8)‘Türk’ten kurtulmak Hrant Dink, 30 Ocak 2004, Agos   Ermeni kimliğinin ‘Türk’ten azad olmasının görünür iki yolu var. Bunlardan biri, Türkiye’nin (devlet ve toplum olarak) Ermeni ulusuna karşı empatik bir tutum içine girmesi ve nihayetinde Ermeni ulusunun acısını paylaştığını belli edecek bir anlayış sergilemesidir. Bu tutum hemen olmasa da, zaman içinde ‘Türk’ unsurunun Ermeni kimliğinden uzaklaşmasına yol açabilir. Ne var ki, bu şıkkın gerçekleşmesi şimdilik zor bir olasılık. İkinci yol ise, bizzat Ermeni’nin ‘Türk’ün etkisini kendi kimliğinden atması. İlkine göre bu ikincisi, kendi iradesi ve inisiyatifine daha bir bağlı olduğundan, gerçekleşme ihtimali daha fazla. Esas olarak tercih edilmesi gereken yol da budur. *** Ermeni dünyasının bunu nasıl başarabileceği ise tamamıyla, mevcut duruma yeni bir anlayışla bakabilmesiyle ilişkilidir. 1915’e bakmak örneğin... Ermeni dünyası yaşadığı tarihi dramın gerçekliğinin farkındadır ve bu gerçeklik bugün dünya ülkelerinin ya da Türkiye’nin kabul edip etmemesiyle değişecek değildir. Onlar kabul etmese de Ermeni ulusunun vicdanında olan bitenin adı başından beri kazınmıştır. Dolayısıyla, ne Dünya’dan ne de Türkiye’den bu gerçekliğin tanınmasını beklemek, Ermeni dünyasının yegâne hedefi olabilir. Gayrı herkesi kendi vicdansızlığıyla baş başa bırakma zamanı gelip de geçmiştir. *** Bu gerçekliği kabul edip etmemek esasen herkesin kendi vicdani sorunudur, bu vicdan da temelini bizatihi insanlık denilen ortaklığımızdan, ‘insan’ kimliğimizden alır. Dolayısıyla, gerçeği kabul edenler, asıl olarak kendi insanlıklarını arındırırlar. Ermeni kimliğinin sağlığını, Fransız’ın, Alman’ın, Amerikalı’nın ve ille de Türk’ün soykırımı kabul edip etmemesine endeksli bir durumda bırakmak, Ermeni dünyasının artık terk etmesi gereken bir hatadır. Gayrı bu hatadan uzaklaşmanın ve ‘Türk’ü Ermeni kimliğindeki bu etkin rolünden ötelemenin zamanı gelip de geçmiştir. Ermeni kimliğinin çektiği bunca sancı artık yeterlidir, sancıyı bundan böyle biraz da insanlık denen âleme terk etmek gerekir. *** Kimliksel dinginliğini ‘Türk’ün olumsuz ve kayıtsız varlığına kilitleyen Ermeni dünyasının, tüm ortak performansını dünya üzerinden ‘Türk’e baskı uygulamaya ve soykırımı kabul ettirmeye ayırması, ne yazık ki kimliğin uyanışını erteleyen koca bir zaman kaybından başka bir şey değildir. Ermeni dünyası, kimliğinin geleceğine bundan böyle öylesi kavramlar yüklemelidir ki, bu kavramlar, bu ulusun körelmiş üretim yeteneğini tekrar fişekleyebilecek iticilikte olsun. İşte bu nedenle, ‘kendi acısını sırtlayacak ve gerekirse mahşere kadar da onuruyla kendisi taşıyacak’ bir anlayışı Ermeni kimliğine hâkim kılmak en temel yönelim olmalıdır. Aksi durumda Ermeni dünyası kendini başkalarının gerçeği kabul edip etmeme insafına zincirlemiş olur ki... Bu da gerçek tutsaklığın ta kendisidir. *** Ermeni dünyasının kendisini ‘Türk’ten kurtardığında, kimliğinde bir boşluk yaşayacağını ve özellikle de Diaspora Ermenilerinin kimliksel çözünürlüğünün hız kazanacağını sananlar aldanırlar. Ermeni kimliğinde ‘Türk’ten geriye kalacak boşluğu dolduracak çok daha yaşamsal bir olgu söz konusudur, o da bizatihi bağımsız Ermenistan devletinin varlığıdır. Bundan on beş yıl önce var olmayan bu yeni heyecan, artık her türlü etkinin ve etkenin üstünde Ermeni kimliği üzerinde büyük bir rol oynamaya namzettir. Ermeni dünyasının geleceğini, bu minik ülkenin gelecekteki refahına ve içinde yaşayanların mutluluğuna endekslemesi, aynı zamanda kendi kimliğini rahatsız eden sancılardan kurtuluşunun da bir işareti olacaktır. *** Ermeni kimliğinin ‘Türk’ten kurtuluşunun yolu gayet basittir: ‘Türk’le uğraşmamak... Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır: Gayrı Ermenistan’la uğraşmak.   Ermenistan’la tanışmak Hrant Dink, 13 Şubat 2004, Agos   ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur.* Yeter ki bu mevcudiyetin farkında olunsun. Bu farkındalığın asıl sorumlusu ise Diaspora’ya yayılmış Ermenilerden ziyade Ermenistan yönetimleridir. Ermenistan hükümetlerinin sorumluluklarının bilincinde olmaları ve gereğini yerine getirmeleri aslolandır. Ne var ki, on iki yıllık bağımsızlık döneminde Diaspora ile Ermenistan ilişkilerine bakıldığında, Ermenistan hükümetlerinin henüz bu sorumluluğun bilincine yeterince varmadıkları görülür. Birkaç gösterişli ‘Pan Armenian Buluşması’ dışında işlevsel bir ‘Diaspora-Ermenistan buluşması’ mekanizması dahi kurulamamıştır. Ermenistan’ın Diaspora ile ilişkileri, bazen Diaspora’nın, bazen de Ermenistan’ın inisiyatifinde ağır aksak yürütülmüş, kalıcı ve daha ziyade Ermenistan merkezli bir kurumlaşmaya gidilememiştir. *** Oysa Ermenistan’ın çoktan, özel ve çok güçlü bir Diaspora Bakanlığı kurmuş olması gerekirdi. Bu bakanlık sayesinde de dünyanın en ücra köşelerine dahi dağılmış ve dağılacak tek Ermeni bireyinin dahi nasıl kucaklanabileceği temel bir kaygıya dönüştürülebilir, sonrasında bu kaygı doğrultusunda hareket edilir ve buna göre projeler geliştirilebilirdi. Bunun yapılmamış olması hâlâ büyük bir eksik olarak gözüküyor. Bu kaygısızlığıyla Ermenistan kendisinin ne denli bir ana kök olduğunun farkında değil ki Diasporadakilere de bunu hissettirebilsin. Bu da gösteriyor ki, Ermenistan elbette layık, ama Ermenistan yönetimleri henüz Diasporalıya layık değil. *** Ermenistan’ın Diasporalı bireyle kuracağı birebir ilişkinin Diaspora Ermenisinin kimliğinde ve kimliğin yeni cümlelerinin kuruluşunda oynayacağı rol çok büyüktür ve tartışmasızdır. Bugün Diaspora’da açık tutulan Ermeni okullarının, dil kurslarının, sosyal ya da kültürel kurumların ya da diğer tüm kolektif faaliyetlerin yegâne amacı Ermeni kimliğini yeni kuşaklara taşımak, korumak ve mümkünse geliştirmektir. Bu amaç için milyonlarca dolar harcanır. Sonuçta elde edilen, bilinen ama konuşul(a)mayan bir dil ile arada bir kilisesine giden ama o kadarla yetinen bir kimliktir. Oysa diğer taraftan öyle bir gerçek vardır ki bunun gereğini yerine getirmek artık kaçınılmazdır. O da Ermenistan’la Diasporalı’nın kuracağı moral diyaloğun bizatihi kendisinin en doğal okul olduğudur. *** Diasporalı gencin bu okullarda okumamış, bu kiliselere gitmemiş olsa da bir kez Ermenistan denilen doğal okulla tanışması kimliği için çok şey ifade eder. Diaspora gencine on yıllar içinde eğitimle ve kiliseyle verilen Ermeni kimliğiyle, o gencin Ermenistan’ı bir kez ziyaret ederek edineceği kimlik arasında, ikincisinin lehine ağır basan bir köklülük söz konusudur. Bu dediğimizin ne denli doğru olup olmadığını denemek o denli pahalı bir şey değildir. Bir kenara ayırılacak üç beş kuruşla bir gencin yıllık tatilinin 15 gününü Ermenistan sokaklarında geçirmesi pekâlâ sağlanabilir. *** Ermenistan’ı ziyaret eden ve öncesinde Ermeni kimliğinden bir hayli de uzak gözüken gencin, 15-20 günlük bu sürede edinmiş olduğu kimliğin nasıl damardan absorbe edildiği görülecektir. Artık o dakikadan itibaren gencin bu kimliğini dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun unutması bir daha olanaksızdır. Gayrı o kimlik ona damardan şırıngalanmıştır. Dolayısıyla, gençler için Ermenistan’a özel seyahat turlarının düzenlenmesi birincil derecede kimlik kazandırıcı faaliyettir. Bu çalışmalar ne pahasına olursa olsun, her yerde yıllık programların başına alınmalıdır. *** Ermeni kimliğinin doğrudan Ermenistan’dan edinilecek cümleleri, kelimelerle anlatılamayacak denli zengin kazanımlardır. Bu durum, saksıda yetiştirilmeye çalışılan narin bir bitkinin kendi toprağı, kendi suyu ve kendi güneşiyle tanışmasına da benzetilebilir. Denemesi bedavadır. Herkese önerilir.   *Hrant Dink, bu cümle nedeniyle, 16 Nisan 2004 tarihli iddianame ve TCK 159/1’den, “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etmek” suç isnadı ile yargılandı. Mahkeme heyeti, 7 Ekim 2005 tarihinde Hrant Dink’i bilirkişi raporunun aksi yönde görüşüne rağmen altı ay hapse mahkûm etti. Bilirkişi raporu, Hrant Dink’in dava konusu olan bu cümlesinin dizi yazının tamamını değerlendirdikten sonra, Türklüğü tahkir ve tezyif olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığına kanaat getirdi: “Sanığın müsnet suç bakımından söz konusu ifadeleriyle anlatmak istediği husus tüm yazıları ardı ardına okunduğunda ortaya çıkmaktadır. Buna göre 1915 yılında yaşanan olaylar soykırım niteliğindedir. Bu olaylar Ermeni kimliğinde gerek oluşları gerekse daha sonra dünyanın ilgisizliği nedeniyle ciddi tahribatlara yol açmıştır. Sonrasında Ermeni toplumu bu olayı ayakta kalmak için kullanmış, zamanla ise bu olayların gerçekliği ve dünyaya kabul ettirilmesi bir inada dönüşmüştür. Bu inat yani soykırım ve dünyaya kabul ettirme sorunu zamanla Ermeni kimliğinin asıl unsuru haline gelmiştir. Bu durum Ermeni kimliğine zarar vermekte ve Ermeni kimliğini tüketmektedir, sağlıksız bir ruh halinin göstergesidir. Ermenilerin ruhsal hayatında, ulusal kimliklerinde Türk unsuru, bu anlamda - 1915 olayları anlamında - ciddi etkiler doğurmaktadır ve Ermenilerin sağlıklı bir kimlik oluşturabilmeleri için bu etkiden kurtulmaları gerekmektedir. Bu kurtulma, Türklerin devlet ve toplum olarak Ermenilerin acılarını paylaştığını ifade etmesi ile mümkün olacaktır ki bu olasılığın gerçekleşmesi zor görünmektedir. İkinci yol olarak ise Ermeniler kendi kimliklerinden bu etkiyi çıkarmalıdır. Bu yol hem daha kolaydır ve yapılması gereken de budur. Ermeniler 1915’te yaşanan olayların gerçekliğinin farkındadır. Türkiye’nin ya da dünyanın bu olayları tanıması ya da tanımaması bir şeyi değiştirmeyecektir. Dolayısıyla Ermenilerin tek hedefi bu olayları Türkiye’ye ve dünyaya kabul ettirmek olamaz. Bu yaklaşım hatalıdır. Bu hatalı yaklaşım artık terk edilmelidir. Ermeni kimliğinin oluşumu bu bağlamda Türk’e bağlı kalmamalıdır. Ayrıca Ermenilerin tüm çabalarını dünya üzerinde ‘Türk’e baskı uygulamaya ve soykırımı kabul ettirmeye ayırması, kimliğin oluşumunu engelleyen bir zaman kaybıdır. Bu anlamda Ermeni dünyası kendini ‘Türk’ten kurtarmalıdır. Bu yapıldığında Ermeni kimliğinde ‘Türk’ten geriye kalacak boşluk sorun oluşturmayacaktır. Zira bu boşluk Ermenistan devletine gösterilecek ilgi ve devlet için harcanacak çaba ile doldurulmalıdır. (...) Zehirli kan olarak ifade edilen husus, Türklük ya da Türkler değil Ermeni kimliğinde yer alan sanığın ifadesi ile hatalı anlayıştır. Tüm bu açıklamalar bir arada değerlendirildiğinde, sanığın ifadelerinin 159. Maddede düzenlenen anlamda Türklüğü tahkir ve tezyif olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Bir kere ifadeler Türklere ya da Türk kimliğine yönelik değildir. Aksine ifadeler Ermeni toplumunun oluşturduğu Türk anlayışına ve olgusuna yöneliktir. İkinci olarak sarf edilen sözlerde tahkir, aşağılama, küçük düşürme, zayıflatmak anlamına gelebilecek bir husus bulunmamaktadır.”

‘Pasaportum Cebimde Gayrı’

İki Yakın Halk İki Uzak Komşu

“Kendi durduğum noktanın koordinatları ise şöyle: Benim iki kimliğim var, ikisinin de bilincindeyim.  Birincisi Türkiyeliyim, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım...  İkincisi de Ermeni’yim. Üstelik her ne kadar Türkiye Ermeni Toplumu’nun bir parçası olsam da aynı zamanda Ermenistan’ın ve dünyaya dağılmış Ermeni Diasporası’nın da moral bir parçasıyım, o insanların soydaşıyım.  İşte tüm bu nedenlerle e¤er birileri tek bir nedenle dahi Türk-Ermeni ilişkilerinin düzelmesini istiyorsa, benim nedenim onlardan en azından iki kat daha fazla.”

‘İKİ YAKIN HALK İKİ UZAK KOMŞU’ – HRANT DİNK

Su çatlağını buldu

Ayrımcılığa uğradığınız bir deneyiminizi paylaşmak ister misiniz?

Güvercin Tedirginliği

Hrant Dink, öldürülmesinden önceki üç yıl boyunca, organize ve sistemli bir kampanyayla hedef haline getirildi, yalnızlaştırıldı. ‘Türk düşmanı’ olarak yaftalandı, tehditler aldı, hakkında art arda davalar açıldı. 19 Ocak 2007’de öldürüldü. Bu bir ‘milli mutabakat’ cinayetiydi

Mutfak

Agos gazetesinin ofisi olarak kullanılırken önemli bir sosyalleşme alanı olan mutfak, 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı'nda da kullanılmaya devam ediyor. Hafıza mekânı ziyaretinizde burada çay içip mola verebilirsiniz.

Adalet mesajınızı yazmak ister misiniz?

19 Ocak 2007'de ne olmuştu?

Hiç 19 Ocak anmasına katıldınız mı? Neden?

19 Ocak Sokak röportajları

Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz

Kim öldürdü?

19 Ocak Anmaları Arşivi

Davanın sanıklarının telefon görüşmesi kaydı

HDV Yayınlarını websitemizden inceleyebilirsiniz

: ‘İki yakın halk, iki uzak komşu’ tanımlaması size ne ifade ediyor? Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır 1993 yılından bu yana kapalı. İki ülke arasında diplomatik ilişki bulunmuyor.

Büyükelçilik kurma projesi

Andreas Knitz: Bir Elçi Olarak Sanat

Ziyaretçi panosuna ne mesaj bırakmak istersiniz?

Agos dijital arşivi

: KarDes Çokkültürlüü Hafıza Turları Rehberini telefonunuza indirin!

'23,5 Nisan'

Siyaset Meydanı

23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı

Hrant Dink Biyografisi

Hrant Dink kimdir?

Marmara gazetesinde ilk yazılar

Hrant Dink, İstanbul’da 1940 yılından beri Ermenice yayın yapan günlük Marmara gazetesinde, 90’lı yıllarda, ‘Çutak’ (Ermenice keman) mahlasıyla, Ermeni tarihini konu alan Türkçe kitaplara ilişkin eleştiri yazıları yazdı

Yeni etiket

Ben Türk müyüm?

Kamp Armen

Hrant Dink ve eşi Rakel, 1980’li yıllarda içinde yetiştikleri Tuzla Çocuk Kampı’nın yönetimini üstlenerek pek çok kimsesiz Ermeni çocuğa sahip çıktı. Tuzla Kampı’na, burada “Ermeni militan yetiştirildiği” suçlamasıyla devlet tarafından el konmasının ardından, Hrant Dink, siyasal görüşleri nedeniyle üç kez gözaltına alındı ve tutuklandı.

Fırat Dink

Fırat Dink Hrant Dink, 12 Mart 1971 muhtırası döneminde sol bir fraksiyonun sempatizanıydı. Siyasi faaliyetlerinin Ermeni kimliğiyle ilişkilendirilmesi ve Ermeni toplumunun bundan zarar görebileceği endişesiyle, ismini mahkeme kararıyla ‘Fırat’ olarak değiştirdi. 1996’da Agos’ta yazmaya başlayana kadar, Türkiye’de iş hayatında ayrımcılığa uğramamak için adını değiştiren pek çok Ermeni gibi, Türkçe ismini kullandı.   

Ruh halimdir 

90. yıl yazıları (1)* Ruh halimdir  Hrant Dink, 1 Kasım 2004, BirGün   Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi Batı denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum. Ama artık... Birilerinin “Bizim Ermenilerimiz” pohpohlamalarından da, “İçimizdeki hainler” kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım. *** Ne 24 Nisan’larda yürüyebildim, ne de atalarımın anısına anıtlar dikebildim. Ama ne onları o günlerde bıraktım, ne de bugünlerde taşlaştırdım. “Onları yaşamımda yaşamayı” sırtladım... Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya ‘ne’ ya da ‘kim’ yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum. Tabii ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri ‘Katliam’, kimileri ‘Soykırım’, kimileri ‘Tehcir’, kimileri de ‘Trajedi’ diyor. Atalarım Anadolu diliyle ‘Kıyım’ derdi. Ben ise ‘Yıkım’ diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu. Yıkıma sebep olanlara da, maşa olanlara da lanetim bundandır. Lakin lanetim geçmişedir. Elbette tarihte olan biten her şeyi öğrenmek istiyorum, ama o nefret, ne menem bir rezillikse o... Onu tarihteki karanlık inine bırakıyor, “Olduğu yerde kalsın, onu tanımak istemiyorum” diyorum. *** Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalarda, Amerikalarda sermaye yapılması zoruma gidiyor. Bu öpmelerin ardında bir taciz, bir tecavüz seziyorum. Geleceğimi, geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin, alçak hakemliğini, kabul etmiyorum artık. O hakemler geçmiş çağlarda arenalarda köle gladyatörleri birbiriyle vuruşturan, onların vuruşmasını büyük bir iştahla seyreden, sonunda da kazanana, yaralının işini bitirmesi için başparmaklarıyla işaret veren diktatörlerin ta kendileridir.   Bunun için de, bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin. Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez. *** Benim tek isteğim, canım Türkiyeli arkadaşlarımla, ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek. Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de, Türkiye ile Ermenistan’ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatlıkla konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, “Size de artık üç nokta düşer” diyeceğim günleri iple çekiyorum. Dünya Ermenileri 1915’in 90. yılını anmaya hazırlanıyor. Ansınlar... Haklarıdır. Yukarıdaki satırlar da bendenizin ruh halidir... Arz ederim. *1915’in 90. yılı anısına, ‘90 yıl yazıları’ veya ‘90.yıl anısına’ başlığıyla kaleme alınan ve 9 yazıdan oluşan bu dizinin ilk yazısı, 1 kasım 2004’te BirGün’de yayımlandı.

Kimliği nedeniyle ismini kullanamayan veya kullanmaktan çekinen tanıdıklarınız var mı? Varsa, bu zorunluluk neden doğmuş? Hrant Dink siyasi faaliyetlerinin Ermeni kimliğiyle ilişkilendirilmesi ve Ermeni toplumunun bundan zarar görebileceği endişesiyle, is

Siz ne(ler) için mücadele ediyorsunuz?

Ben Türkiye'de ne için mücadele ediyorum?

Türkiye'nin azınlık politikası nasıldır?

Türkiye Ermeni Toplumu

Agos

Agos, sabanın toprakta açtığı uzun yarık; suyun aktığı, tohumun filizlendiği ve bereketin fışkırdığı yer… Agos, Türkçe ve Ermenice yayımlanan ilk gazete olarak, 1996 yılında Hrant Dink ve arkadaşları tarafından kuruldu. Ekibin ana hedefleri, Türkiye Ermeni toplumunun anadilini bilmeyen kesimiyle dayanışmak, Türkiyeli Ermenilerin sorunlarını kendi seslerinden dile getirerek geniş kamuoyunun desteğini almak ve Türkiye toplumunu, Ermeni kültürü ve tarihi hakkında bilgilendirmekti.

'Ruh halimin güvercin tedirginliği'

Ruh halimin güvercin tedirginliği Hrant Dink, 19 Ocak 2007, Agos   Başlangıcında, 'Türklüğü aşağılamak' suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için 'Türklüğü aşağılamak' suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece bir başına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim 'Türklüğü aşağılamak' gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.   Kendimden emindim Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.   'Ya sabır' çeke çeke... Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkûmiyetime karar verdi. Mahkûmiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. "Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde "Türk'ün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde 'Türk düşmanı' olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, e-posta, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.   Tek silahım samimiyetim Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim 'Türk Milleti' adına karar vermişti ve benim 'Türklüğü aşağıladığımı' hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkûm olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur. Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.   Kara mizah Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de Agos'takiydi. Agos sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. 'Kara mizah' dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.   'Türk Devleti adına' İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki 'Adalet sistemi'ne ve 'hukuk' kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin yargısı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, devleti koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devletin güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık vakıflarının mülklerini ellerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?   Başsavcının çabasına rağmen Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatımı istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.   Güvercin gibi Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muratlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık 'Türklüğü aşağılayan' biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arz etmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim. Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. "Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.   İşte size bedel Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? "Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkûm olmuş hapse girmiş biri var mı?" Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey bakanlar? Bilir misiniz? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?   'Ölüm-kalım' dedikleri Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. 'Ölüm-kalım' dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. "Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.   Kalmak ve direnmek İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan'a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! 'Kaynayan cehennemler'i bırakıp, 'hazır cennetler'e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.   Ürkek ve özgür Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım. Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.  

Hagop Mıntzuri

1886 Erzincan – 1978 İstanbul

Atamyan ve Erkeletyan Aileleri

I. Dünya Savaşı civarı, Nevşehir houshamadyan.org

Kiğı’dan Harput’a Yürüyen Dul Ermeni Kadın 1899

Gomidas 1896 Kütahya – 1935 Villejuif, Fransa

William Saroyan

1908-1981 Fresno, Kaliforniya, ABD

Karin Karakaşlı 1972, İstanbul

Mardiros Saryan

Mardiros Saryan 1880 Nor Nahçivan – 1972 Yerevan

Yeni etiket

Gomidas

Berç Çalıkman

Arshile Gorky

1904, Van - 1948, Connecticut, ABD

Aram Dzaturyan

Aram Dzaturyan'ın 1983 yapımı "Dinlenmek" adlı tablosu

Norayr Antonian

Norayr Antonian'ın 1995 yapımı Metsovan Manzarası tablosu

23. Mezmur

Şmavon Şmavonyan

1994 tarihli "Can Gülüm" adlı tablo

Hovhannes Badriark Golod

1715 - 1741, Bitlis

Şınorhk Badriark Kalusdyan  

1961-1990, Yozgat Türkiye Ermenileri Patriği

Karekin Badriark Haçaduryan

1951-1961, Trabzon Türkiye Ermenileri Patriği

İsa’nın yeniden dirilişi ikonası

Aypenkim

Agos'un 1998 yılında okurlarına hediyesi Ermenice Alfabe

Hrant Dink’in odasında en çok hangi nesne, fotoğraf ya da resim ilginizi çekti?

Hrant Dink’le söyleşi yapsaydınız ona ne sorardınız?

'Sungur Kardeşim...'

Sungur kardeşim...*  Hrant Dink, 5 Mart 2004, Agos   Umarım hastalığın önemli bir durum arz etmiyordur. Gerçi satır aralarında yüreğimizi ferahlatmaya çalışmışsın ama yine de endişelendim. İnşallah önemli bir şey yoktur. Olan bitene gelince... İnsan bedenimizde kanser neyse, toplumsal bedenimizde de milliyetçilik o. Biri insanı, diğeri koca bir milleti kemirip bitirebiliyor.  Hele de ortam aşırı milliyetçilerin eline kalmışsa, gayrı hastalık iflah da olmuyor, ırkçılıktan faşizme toplumsal kanserin her türüne kayabiliyor. Bu tür milliyetçiliğin yanında ise asıl kanser hafif kalıyor. *** Yıllardır Ermeni Sorunu gibi, zor konuşulan bir konu üzerine, yeni açılımlar yapmaya çabalıyorum. Hem Ermeni hem de Türkiyeli olmamın bana kazandırdığı avantajla geliştirdiğim düşünceler, şu tesadüfe bak ki, daha ziyade her iki kanadın da aşırı milliyetçilerinin  hoşuna gitmiyor.  İşin garibi çoğu kez de bir tarafa söylenmiş sözü diğer taraf kendine söylenmiş gibi algılayabiliyor. Bu da aslında onların birbirlerine ne kadar çok benzediklerinin önemli bir kanıtı. Ne var ki Türk ve Ermeni toplumlarının geleceğinin yeniden inşası da bu gibilere bırakılmayacak denli yaşamsal. *** Agos’un ve Hrant Dink’in yazılarından hoşlanmıyorlar, çünkü ezberleri bozuluyor. Alışmışlar birbirlerinin söylemine karşı söylem geliştirmeye, almışlar birbirlerine karşı gardlarını bildik usulleriyle. Sonuçta birinin ak dediğine diğeri kara demeyi öğrenmiş, geçinip gidiyorlar işte. Ortaya grinin de var olabileceğini söyleyen biri çıkmayagörsün, apışıp kalıyorlar. Övsünler mi, sövsünler mi, ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Ezberlerini unutuyorlar. Ezberi unuttukça da hırçınlaşıyorlar. *** Sevgili Sungur,  Hayatımda iki kez insanlık onurum çiğnenmeye çalışıldı.  İlkinin faili 12 Eylül döneminde beni yere uzatıp kundurasının ökçesiyle parmaklarıma basa basa türkü söyleten işkencecimdi.  Koğuşta sık sık türkü söylediğimi duymuş olacak ki benimle eğleniyordu. “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”i çığırmıştım acıyla. Bu yaşadığımı hiç unutmadım. İkincisini ise şimdi yaşıyorum.    İnan ki birincisini çok andırıyor.  Bana ‘Türk düşmanı’ yaftasını yapıştırmaya yeltenenler tam manasıyla işkence ediyorlar ve ben de sanki onlara “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”i söylemek  zorunda kalıyorum. *** Oysa ne güzel türküdür değil mi yanık yanık kendi isteminle söylediğinde? Mahpusluğun ve yalnızlığın türküsü... Hele de yalnızlığın. Yalnızlık dedim de, işte tüm bunlar şimdi Agos’u yalnızlaştırmanın, bir başına çaresiz bırakmanın taktikleri. Ama yine bilmiyorlar ki, bizim gibiler yalnızlaştıkça daha bir güçlenirler, yalnızlaştıkça daha bir kalabalıklaşırlar. *** Sadece sen değil Sungur, etraf taraf da telaşlanmış...  Sağ olsunlar hafta boyunca destek ziyaretine geldiler, telefonlar açtılar, yazılar  yazdılar. Kadınlar bir süredir bizim hanıma taşınmış, duaya çekilmişler. Beni koruması için Tanrı’ya yalvarıyorlar. Belli ki benim için korkuyorlar. Peki ya ben? Korkmadığımı söyleyemem Sungur... Korkmadığımı söyleyemem. Ama tasalanma hemen, ülkemi bırakıp kaçacak değilim. Alışkınım zaten böyle yaşamaya. Bundan sonra biraz daha korka korka yaşarım...  Hepsi bu.   * Sungur Savran’ın Hrant Dink’i destekleyen, 5 Mart 2004 tarihli Agos’ta açık mektup olarak yayımlanan yazısına cevaben kaleme alınmıştır.

‘Tuz ve Işık’

Tuz ve Işık yerleştirmesi, sanatçı Sarkis tarafından, 23,5 için tasarlandı. ‘Acılardan pırlanta yaratma’ metaforunu esas alan ve hissetmeye, tefekküre ve hatırlamaya olanak sağlayan yapıt, mekânın daimi bir parçası olarak, Hrant Dink’in çalışma odasının arka tarafındaki balkonda yer alıyor.

Hrant Dink’in kütüphanesi

Ferman’ın dermanı

Ferman’ın dermanı Hrant Dink, 5 Mayıs 1998, Agos   Seropyan ağabeyimin ufak bir hikâyesi var, anlatır durur sürekli. Okumuş bir yerden, ama nereden okuduğunu da anımsamıyor. Hikâye çok basit. Tehcir zamanı ferman yayıldığında “Hazırlanın gideceksiniz” diye, tabii ki herkesi “Ne yaparız, ne götürürüz?” telaşı almış. İhtiyar köylü sanki başka bir dünyada yaşıyor... Onda telaş yok... Oturmuş buğdayla samanı birbirinden ayıran düvenin çakmak taşlarını onarıyor, keskinleştiriyor. “Yahu” diyorlar, “Gidiyoruz işte. Düveni de götürecek değilsin ya. Artık ne uğraşıyorsun onun tamiriyle?” “Olsun yahu” diyor, “Yolcuysak yolcuyuz. Biz ekini ektik, elbet birileri de gelip biçecek... Peki ekin ortada mı kalacak? Elbet birisi de bu harmanı savuracak. Adam gelince bu düveni bozuk mu bulsun yani?” *** 85 yıl önceki yaşlı ihtiyarın bir benzeri geçtiğimiz gün Mimar Sinan Üniversitesi’nde yapılan bir törende ortaya çıktı; Bay Samuel Kavafyan. Yaşadığı, tarihi Kavafyan Konağı, üniversite tarafından bilimsel bir konu olarak işleniyor. Yaşlı Kavafyan ailesine de bunca yıl tarihi konağı korudukları ve sahip çıktıkları için teşekkür plaketi veriliyor. Duygulu anlar yaşıyor yaşlı Kavafyanlar. Davet edildikleri kürsüye sendeleyerek çıkıyorlar. Üniversite rektörü yaşlı Kavafyanlar’a “Çatınız aktığında, ‘yerimiz yok, ne yapacağız’ diye düşünmeyin, bu üniversite artık sizin eviniz” diyerek duygulu laflar ediyor. Yaşlı Kavafyan ailesi 250 yıllık tarihi konağın sahibi oldukları halde, bir punduna getirilerek evleri ellerinden alınmış, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilmiş. Şimdi aynı konakta kiracı olarak kalıyorlar. Ama sanki bu olan bitenleri yaşayanlar onlar değil. Bay Samuel, o her zamanki efendi üslubuyla, üniversite öğrencilerine kısa bir konuşma yapıyor. “Çok teşekkür ederim” diyor, “Çok teşekkür ederim ve sizleri her zaman evimize beklerim. Gelin, görün, atalarımız neler yapmışlar, sizler de daha iyisini yapın.”  *** Vağtank Ananyan, Sovyetler döneminde Ermenistan’da çevreciliğiyle ün kazanmış ve edebiyatını doğanın korunmasına adamış, çocuklara ve yetişkinlere bu yönde öyküler yazmış bir isim. Öykülerinden biri de Hunan Bağı (Hunani Aykin), gerçek bir öykü. II. Dünya Savaşı’nda cepheye giden Hunan Avedisyan’ın oğul Henzel’e yazdığı mektup bugün bir efsaneye dönüşmüş. Şöyle demiş Hunan mektubunda: “Nasıl oldu benim bağım, yetişti mi? Eğer savaşta ölürsem isterim ki sen o bağı ve kiraz bahçemi hep ayakta tutasın.” Hunan dönmemiş. Hunan’ın bağına daha sonra çocuklardan ve gençlerden oluşan izci grupları ve sonraki nesiller bakmışlar. Doğa savaşçısı Hunan’ın heykelleri saymışlar o ağaçları. Bir de Ferman diye bir arkadaşım var. Benden de hayli yaşlı. Marmara Ereğlisi’nde bir yazlığı var, tam deniz kenarında, bir de bahçesi. Lakin bahçede bir tek ağaç yok. Ekmiş domatesi-biberi, mısırı-ayçekirdeğini, misafirlerini onlarla avutuyor. Geçen yaz üç gün misafir kaldık yazlığında ailece. Sağ olsun, iyi mısır ve ayçiçeği yedik. “Niye bir tane ağaç dikmezsin yahu” dedim ki bin pişman oldum sorduğuma. “Dikmem arkadaş!” dedi ve başladı anlatmaya. *** “Bizim atalarımız, Adem’le Havva’dan 1938’e kadar, Bitlis’in Mutki Kazası, Kerkho Köyü, Kitoro Mahallesi’nde 36 hane olarak yaşardı. Bağımız, bahçemiz vardı. 1920’den 1938’e kadar, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle, asker bir yandan, eşkıya bir yandan, her sene mezralarımızı bombaladı, talan etti ki barınamayalım diye. Düşün ki 1915’lerde kimsenin burnu kanamadı bizim orada, ama 1920’den 1938’e, bir babamla bir anam kaldı koca köyde. İki yaşımdaydım 1938’de. Sürdüler bizi Çorum’un Osmancık Kazası Kızıltepe Köyü’ne. 10 sene bize gösterdikleri buğday ambarının dibinde yaşadık. Biz de kenardaki bir boşluğu ağaçlandırdık. Altı kardeşimden ikisini kaybettim orada. Tam üç beş meyve yiyecekken, bu kez Amasya’nın Gümüşhacıköyü’ne götürdüler. İki sene sonra da oradan Ahlat’ın Soğurt Köyü’ne, daha sonra da Siirt’in Kurtalan kazası- nın Kötibe Hırab’ına (yıkılmış köy) götürdüler. Eski bir Ermeni köyüydü. Devlet 1950’de burada 100 dönüm araziyi bize verdi. Altı sene sonra da buradan zorla Diyarbakır’a, oradan da İstanbul’a göçerttiler bizi. 1972’de işportacılıktan kazandığım parayla Avcılar’da bir arsa satın aldım. Yazlık ev yaptım. 35 tane ağaç diktim. Yedi sekiz sene sonra tam ağaçların meyvesini yiyecekken bahçeme iti, hırsızı, arsızı dadandı. Çalıp çırptılar her şeyimi. Dayanamadım, oradan da ayrıldım. Şimdi işte buradayım. Yaşantımın her anında, her gittiğim yerde ağaç diktim ama meyvelerini başkaları yedi. Ben yiyemedim. Onun için, burada artık ağaç dikmiyorum. Günübirlik kendi yiyeceğim sebzemi yetiştiriyorum o kadar işte.” Darıldım Ferman’a o zaman... Dermanı tükendiği için. Haklı olsa da kabullenemedim... Bizlere yakışmazdı. *** Sevgili Akın Birdal! Sana kurşun yağdıranlar toplumsal ağacımızın bir dalını daha kırmaya yeltendiler. Böyle, ağacın dallarını birer birer kırarak, bir gün ağacı, giderek de koca bir ormanı yok ettiklerini göremeyen bu zihniyet bugün ortaya çıkmadı ki..! Hain fermanlarla dermanlarımızı tüketeceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar.

Emeğinizin meyvesini yiyemediğiniz bir durum yaşadınız mı?

KUŞ YUVALARI

Kamp Armen’de kalan çocukların söylediği şarkılardan ‘Fishers of Men’, ‘Ay Forga’ ve ‘Şoğkam’, 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı  için, Kınalıada Kilisesi Nersesyan Korosu ve Kınalıada Gazturman Gayan Çocuk Kampı’ndan bir grup çocuk tarafından, Hrant Çizmeciyan’ın yönetiminde yeniden seslendirildi. Bu kayıtları ve Rakel Dink’in okuduğu geleneksel halk şarkısı ‘Vay Lele’yi, kuş yuvalarına tıklayarak dinleyebilirsiniz.

Kırlangıcın Yuvası

Türkiye Kültür Varlıkları Haritası

'Davacıyım ey insanlık!'

Davacıyım ey insanlık!* Hrant Dink, Aralık 2000   Aldılar bir sabah biz 13 çocuğu... Gedikpaşa’dan yürüyerek Sirkeci’ye... Oradan vapurla Haydarpaşa’ya... Haydarpaşa’dan trenle Tuzla İstasyonu’na... İstasyondan da bir saat yürüyerek, göl ile denizi kenarlayan geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye götürdüler. O zamanın Tuzla’sı bugünkü gibi zenginlerin ve bürokratların villalarıyla dolu bir mekân değil... İnce kumlu, bakir bir deniz kenarı ve denizden kopma bir göl parçası... Uçsuz bucaksız arazide bir iki ev, tek tük incir ve zeytin ağaçları ve hendek kenarlarına serpilmiş dikenli böğürtlen çalıları... Bir de bizim kurduğumuz Kızılay çadırları... 8 ila 12 yaş arası biz 13 çelimsiz için yazları Gedikpaşa Yetimhanesi’nin beton bahçesine mahkûm olma sona ermişti... Ailelerimizi, yakınlarımızı ancak geceleri uzaklarda, parlayıp sönen kent ışıklarını izlerken anımsıyorduk. Yere düşmüş ve üst üste yığılmış yaşlı yıldızlara benzetiyorduk kent ışıklarını. Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık. En kısa boylularımızdan biri olan “Kütük” (Zakar’a böyle hitap ederdik) bir başına çimento torbasını kucaklayıp çatıya kadar çıkarabiliyordu. Geceleri uykuda yorgunluktan altımıza işerdik. Sekiz yaşımda gittim Tuzla’ya. Tam 20 yıl oraya emek verdim. Eşim Rakel’i orada tanıdım. Birlikte büyüdük. Orada evlendik. Çocuklarımız orada doğdu... 12 Eylül’den sonra kampımızın müdürünü “Ermeni militan yetiştiriyor” suçlamasıyla içeri aldılar. Haksız bir suçlamaydı. Hiçbirimiz Ermeni militanlar olarak yetiştirilmemiştik. Başsız kalan kampın ve yetimhanenin kapanmaması için görevi bu kez ben ve oradan yetişen arkadaşlarım üstlendik. Ama bir gün elimize bir mahkeme kâğıdı tutuşturdular... “Siz Azınlık kurumları yer satın alma hakkına sahip değilmişsiniz! Biz zamanında size izin verirken yanlış yapmışız. Artık burası eski sahibinin olacak.” Beş yıl süren direnişimize rağmen yenildik... Ne yapalım ki karşımızda devlet vardı.   Şikâyetim var ey insanlık!... Bizi, yarattığımız uygarlığımızdan attılar. Orada yetişmiş bin beş yüz çocuğun alın terinin üstüne oturdular. Bizlerin çocuk emeğini gasp ettiler. Orayı tekrar yoksul çocuklar için bir yetimhane yapsalardı, kimliği ne olursa olsun, yoksul ya da özürlü çocuklar için kamp olarak kullansalardı, hakkımı helal ederdim. Ama bu şekilde emeğimi helal etmiyorum. Ve artık bizim yarattığımız “Tuzla Yoksul Çocuk Kampı”mız, bizim “Atlantis uygarlığımız” şimdi bir harabe... Çocuk cıvıltıları çekilince suyu da çekilmiş kuyunun... Binanın omuzları düşük...Toprak çorak... Ağaçlar küskün... Benim isyanımın pike uçuşları ise, bin bir özenle yaptığı yuvası bir darbeyle yok edilmiş kırlangıcınki kadar keskin... Lakin çaresiz...   * Tuzla Ermeni Çocuk Kampı - Bir El Koyma Öyküsü, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, Aralık 2000

Yeni etiket

Kamp Armen Direniş

‘2012 Beyannamesi / İstanbul Ermeni Vakıflarının El Konan Mülkleri’

Bu çocuklar kimdi? Cudi Dağı'ndan Kamp Armen'e

‘Biz ve sivilleşme'

Biz ve sivilleşme (2)* Hrant Dink, 4 Mart 2005, Agos   Türkiye Ermeni toplumunun nicelik ve nitelik kaybı içinde oluşu, bizzat toplumun kendisinin sıkça terennüm ettiği bir yakınmadır. Bu yakınma haksız da değildir. Toplumun bugünkü gerçekliğine bakıldığında hem sayı azalması, hem kalite azalması yaşandığı rahatlıkla görülebilmektedir. Ermeni okullarında okuyan öğrencilerin sayısının azalmasından tutun da, üretilen eğitsel, sanatsal, kültürel ve sosyal ürünlerdeki kalite kaybına kadar çok sayıda veri, bu azalmanın hemen her alandaki işaretleridir. *** Ne var ki bu azalmayı da doğru analiz etmek gerekir. Azalmanın ve gerilemenin yaşandığı asıl alan, Ermeni toplumunun sivil alanını da  bloke eden, görünürde sivil olan ancak zihniyette sivil ol(a)mayan kurumsal ağıdır. Tüm bu azalmalara rağmen Ermeni toplumunun bireylerinde son yıllarda kendi kimliklerine sahip çıkışta bir artışın var olduğunu görmek de şaşırtıcı değildir. Bu sahip çıkış sadece bireysel alanla sınırlı kaldığı ve toplumsallaşamadığı için de ne yazık ki görünür azalışı karşılayamamaktadır. Bir süre önce yazdığım bir denemenin sonunu şu cümlelerle bıraktığımı anımsıyorum: “Türkiye Ermeni toplumunun bireylerinin kimlikleri güçlenmekte, ancak kurumları bunalmaktadır. Kurumların bu bunalımdan kurtulmalarının yegâne çözümü onların da bireyler gibi sivilleşmelerinden geçer. Asıl bunalımda olanlar, işte bu kapalı sistemi savunanlar ve toplumun sivilleşmesine karşı çıkanlardır.” *** O gün bıraktığım yerden devam edip, “Türkiye Ermeni toplumunun sivilleşmesinin önündeki engeller nelerdir?” sorusunun cevabını aramanın tam zamanı. Kişisel saptamalarıma göre üç ayağı var bu engelin. Birincisi, devletin azınlık toplumunu algılayışıyla ilgili zihniyeti ve bu zihniyet çerçevesinde aldığı pozisyonla bugüne değin yürüttüğü eritme politikasıdır. Sanıyorum artık bu rol üzerine söylenecek söz ya da yazılacak fazla bir yazı kalmadı.  Tarihe baktığımızda da, Ermeni milletinin toplumsal ve sivil uyanışı devletin en büyük sorunu olmuş. Bu uyanışı bertaraf edebilmek için son çare olarak 1915’teki felakete başvurulmuştur. Bugün de sürdürülen politikanın özeti şudur: “Azınlıklar bir güvenlik sorunudur. Sayılarının azalması ve giderek minik bir dinsel  cemaate indirgenmeleri her açıdan yararlıdır.” *** Türkiye Ermeni toplumunun sivilleşmesinin önündeki ikinci engel, toplumu yöneten erkin kendisidir. Bu erk Türkiye Ermeni Patrikliği Makamı’dır. Patriklik görünürde bir dini liderlik gibi durmasına karşın, kendi iştigal alanını sadece dini alanla sınırlamamakta, aynı zamanda toplumun sosyo-kültürel ve toplumsal (içtimai) tüm alanlarını kendi blokajı altında tutmak istemektedir. Bu istek yeni bir şey olmadığı gibi, bu isteğe karşı mücadele de eskidir. Türkiye Ermenilerinin 150 yıllık yakın tarihindeki tüm sivilleşme mücadeleleri, aslında salt Ermenilerin kendi Patrikliklerine karşı verdikleri bir mücadele değil, aynı zamanda o makamın üzerinden devlete karşı verdikleri bir  mücadeledir.  Bu noktada itiraf etmek gerekir ki, tarihte verilen bu mücadelenin kimi boyutları devlete karşı verilen mücadeledeki acizliğin ve çaresizliğin bedelinin Patriklikten çıkarılmasına kadar varmıştır. Bu mücadelede ise Patrikhane’nin, sivil uyanışı durdurmak için devletten daha fazla tepki gösterdiği kesitler hiç de az değildir. Bu kesitleri geçmişte bırakıp bugüne baktığımızda ise Patriklik Makamı’nın halen kendinden bağımsız sivil bir duruşa cevaz tanımadığı rahatlıkla söylenebilir. *** Üçüncü ve en önemli engel ise bireyleşmiş ama sivilleşememiş toplumun kendisidir. Ermeni toplumunun dindışı sosyal ve kültürel kurumlaşmaları da dahil tüm örgütsel mekanizması moda deyimle ‘sözde sivil’dir. Sivilleşmeye de niyetleri yoktur.  Çünkü sivilleşmek bir tür siyasal sorumluluk ve duruş gerektirir. Kurumlara yönetici seçilenler ise sorumluluğu sadece idari anlamda üstlenmekte, ancak zihniyet olarak bundan kaçınmakta ve var olan sorunların siyasal çözümünü de dini önderliğe bizzat kendileri ihale etmektedirler. Bu zihniyet eksikliği, kurumlarımızı çözüm üretilen alanlar olmaktan uzaklaştırmakta, sadece sorunların idare edildiği alanlara dönüştürmektedir. Bu haliyle de kurumlarımızı ‘idare edenler’, idare edilenlere dönüşmekte, idare edilmeyi kabul etmeyip kendi iradesini kullanmaya yeltenenler ise kolaylıkla harcanabilmektedir. Onun içindir ki, bizim sözde sivil kurumlarımız birey üreten değil, birey tüketendir.   * Üç yazıdan oluşan dizinin ilk yazısı 25 şubat 2005 tarihinde Agos’ta yayımlandı.

6 Şubat 2004 Agos’ta Sabiha Gökçen’in Ermeni köklerine dair bir haber yayımlandı.

13 Şubat 2004 Hrant Dink’in sonradan dava konusu olacak Ermeni kimliğine dair yazısı yayımlandı.

21 Şubat 2004 Hürriyet Gazetesi Sabiha Gökçen haberini manşetine taşıdı.

22 Şubat 2004 Genelkurmay Başkanlığı bir bildiri yayımlayarak “Türk vatandaş ve kurumlarını Atatürk’ün manevi varlığına ve düşünce sistemine sahip çıkmak ve savunmak için” göreve çağırdı.

Şubat 2004 Türk Ortodoks Patrikhanesi Hrant Dink’in yazısını postayla Cumhuriyet Başsavcılığı’na iletti. Doğu Ortodoks Kilisesi tarafından tanınmayan Türk Ortodoks Patrikhanesi, devlet kurumlarına yakınlığıyla tanınır.

24 Şubat 2004 Hrant Dink İstanbul Valiliği’ne çağrıldı. Vali yardımcısı ve istihbarat görevlilerinin mevcut olduğu, kendisinin daha sonra tehdit olarak nitelediği bir toplantıda, yaptığı haberler konusunda uyarıldı.

Şubat 2004 Bir grup şahıs ve kurum birbirinin aynı dilekçeleri imzalayarak Hrant Dink’i Cumhuriyet Başsavcılığı’na şikâyet etti.

25 Şubat 2004 Hrant Dink’e Ermeni kimliğini konu alan yazısından, bağlamından koparılıp çarpıtılan bir ifadesinden dolayı “Türklüğü aşağılamak” gerekçesiyle dava açıldı (eski TCK 159, şimdiki 301.madde).

26 Şubat 2004 Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanlığı Agos önünde protesto düzenledi, siyah çelenk bıraktı ve Hrant Dink’i tehdit etti.

3 Mart 2004 Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu (ASEF) Agos önünde protesto düzenledi.

27 Mayıs 2005 Mahkemenin atadığı bağımsız bilirkişi heyeti Hrant Dink’in ifadesinin bağlamından koparıldığına ve yazıda Türkleri aşağılayıcı bir husus bulunmadığına dair bir rapor sundu.

8 Temmuz 2005 Hrant Dink’i destekleyen bilirkişi raporuna rağmen savcı ceza talep eden mütalaasını verdi.

1 Eylül 2005 Savcının mütalaasını ve bilirkişi raporunu yayımlayan Agos’a “yargıyı etkilemek”ten yeni bir dava açıldı.

7 Ekim 2005 Hrant Dink’e Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesine dayanarak (eski 159), “Türklüğü aşağılamak”tan altı ay hapis cezası verildi.

7 Ekim 2005 Hrant Dink’in avukatları, karara itiraz ederek üst mahkeme olan Yargıtay’a başvurdu.

11 Ekim 2005 Aydınlar Agos’a destek ziyareti yaptı.

16 Ekim 2005 “Yazdıklarımı anlamadılar” diyen Hrant Dink hakkında yargıyı etkilemekten suç duyurusunda bulunuldu.

6 Kasım 2005 Yargıtay Eski Başsavcısı Prof. Dr. Sami Selçuk’tan bilirkişi raporunu destekleyen, Hrant Dink’in Türklüğü aşağılama suçunu işlemediğini belirten hukuki görüş alındı.

25 Aralık 2005 Agos’a yargıyı etkilemekten yeni bir dava daha açıldı.

24 Şubat 2006 Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı dava kararının bozulmasına yönelik görüşünü tebliğ etti.

1 Mayıs 2006 Yargıtay başsavcısının aksi görüşüne rağmen Yargıtay oybirliğiyle mahkûmiyet kararını onadı.

6 Haziran 2006 Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Yargıtay’ın kararına itiraz etti.

11 Temmuz 2006 Yargıtay Ceza Genel Kurulu 6’ya karşı 18 oyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itirazını reddederek mahkûmiyeti onadı.

14 Temmuz 2006

14 Temmuz 2006 Reuters’a verdiği röportajda muhabirin “1915’te olanlar soykırım mıydı? Değil miydi?” sorusuna “Soykırımdı” diye cevap veren Hrant Dink’e “Türklüğü aşağılamak”tan yeni bir dava açıldı.

11 Ocak 2007 Kesinleşen altı ay hapis cezası kararıyla ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuru yapıldı.

17 Temmuz 2006 301’e karşı 1 imza kampanyası başlatıldı.

12 Ocak 2007 Hrant Dink’in AİHM için yazdığı metnin birinci bölümü yayımlandı.

19 Ocak 2007 Hrant Dink’in AİHM başvurusu için yazdığı metnin ikinci bölümü yayımlandı.

Kamp Armen’e ne oldu?

Kamp Armen’e ne oldu?Kamp Armen’e el konması, Yargıtay’ın yerel mahkeme kararını onaylaması ile tamamlanmış oldu. Eski sahibine dönen arazi, çok geçmeden başkalarına satıldı. Zaman içinde birkaç kez daha el değiştirildi ve terk edilmeye bırakıldı. Mülkü elinden alınan Gedikpaşa Protestan Kilisesi Vakfı’nın 2000’li yıllarda ve 27 Ağustos 2011 tarihli kararname kapsamında yaptığı iade başvurularının tümü reddedildi. 6 Mayıs 2015 sabahı, Kamp Armen’in iş makineleri tarafından yıkılmaya başlaması üzerine, Nor Zartonk üyeleri, Tuzlalılar, pek çok siyasi parti ve sivil toplum kuruluşu kampa gelerek yıkımın durdurulmasını sağladı. Türkiye’nin farklı illerinden olduğu kadar Avrupa’dan, Lübnan’dan, Amerika ve Avusturalya’dan, insanlar Kamp’a geldi, destek açıklamaları yaptı. Kampın yıkılmaya başlandığı andan itibaren sürdürülen nöbet süresince Ermenice atölyesi, konserler, yazar, akademisyen, araştırmacı ve gazetecilerin katılımıyla birçok konuda düzenlenen söyleşilerle desteklendi. Kamp’ın ruhuna uygun olarak eğitim atölyeleri, çocuklar için boyama, resim ve tiyatro atölyeleri düzenlendi. ‘Siroseğan’ (sevgi sofrası) ve Yeryüzü Sofrası, iftar sofrası, bir araya geldi. Yediden yetmişe birçok kişinin sahiplendiği direniş toplumunun çeşitli kesimlerinin, kimliklerinin bir araya geldiği, önyargıların kırıldığı, diyaloğa yer açan bir dayanışma örneği oldu. 175 gün süren direnişin ardından Kamp Armen’e ait 4850 metrekarelik alan 27 Ekim 2015 günü asıl sahibi Gedikpaşa Ermeni Protestan Vakfı’na iade edildi. Geriye kalan 3800 metrekarelik alan yeşil alan olarak hala Tuzla Belediyesi’nin tasarrufundadır, iadesi için talepler devam etmektedir. Bu alanla birlikte Kamp’ın yeniden sosyal hizmet verecek bir yer olması çalışmaları sürmektedir.

Nerelisiniz? Memleketinizde farklı kültürlerin izleri hala var mı?

«Ay Forka»

«Pazartesi avcısı»

«Şoğlqam»

«Ваєй леї леї» - Раел Тинк

Genelkurmay Bildirisi

Şikayet dilekçe örneği

Genelkurmay taziye mesajı

23,5 Rehberli Sanal Tur’a kayıt olun! 'Hrant Dink'in Çalışma Odasından Ermeni Kültürü ve Tarihine bir Bakış' isimli rehberli sanal turumuz her ay devam ediyor. Websitemizdeki formu doldurarak kayıt olabilirsiniz.

Sürgün/İsyan Ateşinden Geçen Mutkili Bir Ermeni Aile’ – Ferman Toroslar

‘Sürgün/İsyan Ateşinden Geçen Mutkili Bir Ermeni Aile’ – Ferman Toroslar Yayınevi: Aras Yayıncılık Yazar: Ferman Toroslar Editör: Nıvart Taşçı, Ardaşes Margosyan Kapak tasarımı: Aret Gıcır Sürgün, 1930’lu yıllarda Doğu Anadolu’ya düzenlenen askeri harekâtlar çerçevesinde yerlerinden edilen Bitlisli Toroslar ailesinin hikâyesini konu alıyor. Akrabalarının çoğunluğu öldürülen aile, bölgede yaşayan yüzbinlerce insan gibi, İskân Kanunu çerçevesinde Batı illerine sürgün edilir. Uzun yıllar boyunca zor şartlar altında yaşamak zorunda bırakılan Toroslar ailesi her fırsatta atalarının topraklarına dönmenin bir yolunu arasalar da sürgün fermanı yazılmıştır bir kere… Ailenin büyük oğlu Ferman Toroslar’ın ve annesi Kayane’nin sürgün yıllarına dair anılarını ve aile albümünden fotoğrafları içeren kitap 1930’lu yıllarda doğu bölgelerinde yaşanan trajik insan hikâyelerine çarpıcı bir tanıklık niteliğinde.  

‘Kamp Armen'e Giden Yol / Artakalanların Hikâyesi’ – Hrant Güzelyan

Yayınevi: HDV Yayınları Yazar: Hrant Güzelyan Çeviri: Sevan Değirmenciyan İstanbul Çocukevi ve Tuzla Çocuk Kampı (namıdiğer 'Kamp Armen'), Anadolu'dan İstanbul'a gelen kimsesiz, yoksul çocuklar için yalnızca birer yuva olmakla kalmamış, onlara, 'yitip gitme' tehlikesine karşı, hayata kimlikleriyle tutunup geleceğe yürüme imkânı sunmuştu. Kamp Armen'e Giden Yol, Çocukevi'nin ve Kamp Armen'in kuruluşundan kapatılışına uzanan çeyrek yüzyıllık bir süreci, bu özverili ve kolektif çabanın başmimarı olan Hrant Güzelyan'ın sade ve samimi üslubuyla aktarıyor. Güzelyan, 'artakalanların hikâyesi'ni anlattığı bu otobiyografik çalışmayla, Türkiye'nin yakın tarihinin gizli kalmış noktalarından birine ışık tutuyor.  

Aras Yayınevi


1993 yılında, Mıgırdiç Margosyan, Ardaşes Margosyan, Yetvart Tovmasyan, Payline Tovmasyan ve Hrant Dink, yayımladığı Türkçe ve Ermenice kitaplarla “Ermenice edebiyata açılan pencere” olan Aras Yayınevi’ni kurdu. 

Agos nasıl bir ihtiyaçtan kuruldu?

Alnıma sürülen leke: Irkçılık

Hrant Dink'in, Reuters'a verdiği röportajda bir soruya verdiği yanıtta 1915 olaylarını soykırım olarak tanımlaması nedeniyle 'Türklüğe hakaret' suçundan yeni bir dava açıldı.

Yaşananlara Ermeni soykırımı demek Türklüğü aşağılamak mıdır?

Tırttava

Tuvalet Korosu

Agos neden kuruldu?

“Akrabamı arıyorum” köşesi.



Agos, Avrupa’dan Rusya’ya, Amerika’dan Avusturalya’ya tüm dünyaya yayılmış Ermeniler tarafından da ilgiyle takip ediliyordu. Agos’un okurları bir anda gazeteye yeni bir misyon yükledi. Agos, Türkiye’deki Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerin veya diasporaya yayılmış Ermenilerin 1915 sonrası akıbetini bilmedikleri akrabalarını bulma platformu haline geldi.

Benim üzerime gelinmesinin temel nedeni nedir?

Tarihi hayatta kalanlar üzerinden konuşabilir miyiz?

‘Pasaportum Cebimde Gayrı’

Hrant Dink’e 48 yaşına kadar pasaport verilmedi. Yaptığı her başvuruda, Azınlık Masası olarak adlandırılan ‘Masa 5’e yönlendirildi; pasaport başvurusunun neden olumsuz sonuçlandığı kendisine hiç bildirilmedi. İlk pasaportunu Kasım 2001’de aldı ve 5 yıl boyunca, dünyanın dört bir yanına dağılmış diaspora Ermenileri ve Ermenistanlılarla buluştu, onlara Türkiye’de kalmış Ermenileri ve ülkesinin demokratikleşme mücadelesini anlattı. ‘Pasaportum Cebimde Gayrı’ başlıklı yazı dizisiyle, bu seyahatlerinden izlenimleri Agos okurlarıyla paylaştı.

‘İKİ YAKIN HALK İKİ UZAK KOMŞU’ – HRANT DİNK

Yazar: Hrant Dink Türk-Ermeni ilişkileri başta olmak üzere Türkiye'nin demokratikleşme sürecine ilişkin her konuda söylem ve eylem geliştiren Hrant Dink, bu çalışmasında Türkiye ve Ermenistan'ın birbirine gerçek anlamda komşu olabilmesinin yollarını araştırırken, bugün ve gelecek odaklı bir bakışla ve karşılıklı onur gözeten bir üslupla geçmişi de onarabilmenin olanaklarını sergiliyor.

Su çatlağını buldu

19 Ocak 2007'de ne olmuştu?

19 Ocak Sokak röportajları

Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz

Kim öldürdü?

19 Ocak Anmaları Arşivi

Davanın sanıklarının telefon görüşmesi kaydı

HTML

Andreas Knitz: Bir Elçi Olarak Sanat

Ziyaretçi panosuna ne mesaj bırakmak istersiniz?

HTML
HTML

Siyaset Meydanı

HTML

Hrant Dink Biyografisi

Hrant Dink Biyografi
Hrant Dink 1954’te Malatya’da doğdu. Beş yaşındayken, ailesiyle İstanbul’a geldi. Annesi ile babasının ayrılması üzerine, iki kardeşiyle birlikte Gedikpaşa’daki Ermeni Kilisesi’ne bağlı İncirdibi İlkokulu’nda eğitimini sürdürürken, yazları okulun Tuzla’daki kampında kaldı. Bezciyan Ortaokulu’nu bitirdikten sonra yatılı olarak Surp Haç Tıbrevank Lisesi’ne devam etti ve Şişli Lisesi’nden mezun oldu. Ardından, İstanbul Üniversitesi’nde zooloji ve felsefe eğitimi aldı.  
İlkokuldayken tanıştığı, Ermeni Varto Aşireti’nden Rakel Yağbasan’la evlendi; üç çocukları oldu.
1996’da, Türkiye’de Türkçe-Ermenice yayımlanan ilk gazete olarak kurulan ve haftada bir çıkan Agos’un genel yayın yönetmenliğini üstlendi.
Agos’ta, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’nin Ermeni kökenli olduğuna dair haberin yayımlanmasının ardından hedef gösterildi. Ermeni kimliğine dair yazılarının bağlamından koparılarak dava gerekçesi yapılması üzerine, ‘Türklüğü aşağılamak’ suçlamasıyla yargılandı ve ceza aldı. Tehdit edildi, milliyetçi çevrelerin hedefi haline geldi, protestolara ve basında nefret söylemine maruz kaldı. 19 Ocak 2007’de bu binanın önünde öldürüldü. 
Cinayet davası 2007 yılından beri devam ediyor. 

Hrant Dink kimdir?

Ben Türk müyüm?

Ben Türkiye'de ne için mücadele ediyorum?

Türkiye'nin azınlık politikası nasıldır?

Türkiye Ermeni Toplumu


Türkiye’de yaşayan Ermenilerin sayısı yaklaşık olarak 50 bindir. Bu nüfusun neredeyse tamamı İstanbul’da yaşamaktadır. İstanbul’da, 48’i aktif olmak üzere 56 kilise, 20 mezarlık ve 16 okul vardır. Apostolik, Katolik ve Protestan Ermenilere ait toplam 53 vakıf, kendilerine bağlı kilise, okul ve hastanelerin bütçe ve yönetimlerinden sorumludur. Devletin azınlık politikalarının bir parçası olarak bu vakıfların mülklerinin önemli bir kısmına el konmuş ve Ermeni toplumunun gelir kaynakları sınırlandırılmıştır. Agos gazetesi, bir taraftan bu politikayla mücadele ederken, diğer taraftan vakıf yönetimlerinin şeffaflaşma, toplumuna hesap vermesi ve Ermenilerin devlet nezdinde dini bir cemaat temsiliyetine sıkıştırılmaması için Ermeni toplumu içindeki statükoyla da mücadele etmiş, alternatif projeler önermiştir.

23. Mezmur

Emeğinizin meyvesini yiyemediğiniz bir durum yaşadınız mı?

Emeğinizin meyvesini yiyemediğiniz bir durum yaşadınız mı?
Bir azınlık ruh hali
Hrant Dink, arkadaşı Ferman'dan aktarıyor: "Yaşantımın her ânında, her gittiğim yerde ağaç diktim ama meyvelerini başkaları yedi. Ben yiyemedim. Onun için burada artık ağaç dikmiyorum. Günübirlik kendi yiyeceğim sebzemi yetiştiriyorum, o kadar işte.
Ferman’ın Dermanı, 5 Mayıs 1998, Hrant Dink

Kırlangıcın Yuvası

Türkiye Kültür Varlıkları Haritası

Hrant Dink Vakfı tarafından hazırlanan, binlerce yapının olduğu Türkiye Kültür Varlıkları Haritası'nda kendi memleketinizin çokkültürlü hafızasına dair izler bulabilirsiniz.

Kamp Armen Direniş

‘2012 Beyannamesi / İstanbul Ermeni Vakıflarının El Konan Mülkleri’

‘2012 Beyannamesi / İstanbul Ermeni Vakıflarının El Konan Mülkleri’
Yayınevi: HDV Yayınları Yayıma hazırlayan: Altuğ Yılmaz Türkiye'de azınlık vakıflarına karşı yıllardır sürdürülen hukuksuz uygulamaların yasal kılıfı '1936 Beyannamesi' olmuştur. Devletin isteği üzerine her azınlık vakfının hazırladığı 1913 ve 1936 beyannameleri, 'mal bildirimi' niteliği taşır. İstanbul'daki Ermeni vakıflarının, neredeyse yüz yıldır süregiden bir adaletsizlik zinciri içinde uğradığı kaybın bugüne dek yayımlanmış en kapsamlı bilançosu olan 2012 Beyannamesi ise, bir 'gasp bildirimi'dir. Anlatılan, taştan binaların değil, insanların hikâyesidir. Sorun 'mal-mülk' değil, kültürün sürdürülebilirliği sorunudur. Biliyoruz ki, bu ülkenin kadim halklarını 'eşit vatandaş' saymayan zihniyetle yüzleşmedikçe, demokratikleşme çabaları güdük kalacaktır. Bu çalışmanın, bu dönüşüme katkı sunması dileğiyle.

Bu çocuklar kimdi? Cudi Dağı'ndan Kamp Armen'e

Nerelisiniz? Memleketinizde farklı kültürlerin izleri hala var mı?


Osmanlı’nın son döneminde, bulunduğumuz coğrafyada yaklaşık 1,5 milyon Ermeni, 2 milyon Rum, 500 bin Süryani yaşarken, bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilerin sayısı yaklaşık olarak 50 bin, Rumların 2 bin, Süryanilerin ise 20 bindir.
HTML
HTML
HTML
HTML